MURİS MUVAZAASI NEDİR?
GİRİŞ
Uygulamada mirasbırakanın çeşitli nedenlerden dolayı mirasçılarından mal kaçırmak istediği ve bu nedenle muvazaalı işlemler gerçekleştirdiği görülmektedir. Bu mal kaçırma, mirasbırakan ve sözleşmenin karşı tarafının görünüşte bir işlem yapmaları ancak bu işlemin arkasına asıl niyetlerini içeren başka bir işlemi gizlemeleri şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Uygulamada sıkça görülen ve mirasbırakan tarafından gerçekleştirilen bu muvazaalı işleme muris muvazaası adı verilmekte ve bu kavram Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları ve Daire Kararları ile öğretide şekillenmektedir.
Bu çalışmada öncelikle muvazaa kavramı ve unsurları, daha sonra muris muvazaası Yargıtay kararları ile birlikte detaylı olarak açıklanacaktır.
Genel Olarak Muvazaa
Muvazaa, tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile bilerek ve isteyerek gerçek iradelerine uymayacak ve kendi aralarında hüküm ve sonuç doğurmayacak bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır[1]. Muvazaada irade ile bildirim arasında bir uyumsuzluk söz konusu olup bu uyumsuzluk taraflarca bilerek ve isteyerek oluşturulur[2]. Buna Karşılık istenmeden yani farkına varılmadan oluşan uyumsuzluk halinde muvazaa söz konusu olmaz. Bu durumda hata, hile gibi irade fesadına ilişkin hukuki durumlar söz konusu olur [3].
Yukarıda yer verdiğimiz tanımdan da anlaşılacağı üzere muvazaalı işlemin söz konusu olabilmesi için görünüşte bir işlemin yapılmış olması, bu görünüşteki işlem ile üçüncü kişileri aldatma kastının olması, taraflar arasında muvazaa anlaşmasının yapılmış olması ve asıl
yapılmak istenen bir gizli işlemin olması gerekir. Aşağıda açıklanacağı üzere gizli işlem sadece nispi muvazaa türünde olması gereken bir unsurdur.
UNSURLARI
Görünüşteki İşlem
Tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacıyla gerçek iradelerine uygun olmayan bir hususu varmış gibi göstermek için yaptıkları işleme görünüşteki işlem denir. Burada irade ile beyan arasındaki uyumsuzluk taraflarca bilerek ve isteyerek meydana getirilir.
Görünüşteki işlem, bir sözleşme olabileceği gibi varması gerekli tek taraflı irade beyanı şeklinde de olabilir[1]. Görünüşteki işlemin kanunun öngördüğü şekilde yapılması geçerlilik şartıdır [2].
Muvazaa Anlaşması
Tarafların, görünüşteki işlemi sırf üçüncü kişileri aldatmak amacıyla yaptıklarını ve görünüşteki işlemin kendi aralarında hüküm ifade etmeyeceğini kararlaştırdıkları anlaşmaya muvazaa anlaşması denir. Muvazaa anlaşması görünüşteki sözleşmeden bağımsız niteliğe sahip olup herhangi bir şekle tabi değildir.
Aldatma Kastı
Üçüncü kişileri aldatma kastı, gerçek irade ile irade açıklaması arasındaki uygunsuzluğun bilerek meydana getirilmesinin sebebidir[3]. Özkaya üçüncü kişileri aldatma kastının, taraflar bakımından bir amaç olup esas itibariyle bu amaç olmaksızın muvazaadan söz edilemeyeceği
görüşünü ileri sürmüştür[1]. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi de 20.05.1998 Gün, E. 1998/6098 ve K. 1998/6098 sayılı kararında üçüncü kişileri aldatma kastının muvazaanın unsurları arasında yer aldığını belirtmiştir.
’’ … Muvazaa, kısaca irade ve beyan arasında bilerek yaratılan uygunsuzluk şeklinde tanımlanabilir. Muvazaada taraflar üçüncü kişileri aldatmak amacıyla gerçek iradelerine uymayan, aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak için anlaşarak bazen aslında bir sözleşme yapma iradesi taşımadıkları halde görünüşte bir sözleşme yapmaktadırlar (mutlak muvazaa). Veya gerçek iradelerine uygun olarak yaptıkları sözleşmeyi iradelerine uymayan görünüşteki bir sözleşme ile gizlemektedirler…‟[2]
Gizli İşlem
Gizli işlem, görünüşteki işlemin arkasında gizlenen ve asıl yapılmak istenen işlemdir.
Sadece nispi muvazaa çeşidinde söz konusu olur.
ÇEŞİTLER
Türk hukukunda iki çeşit muvazaa söz konusudur.
Mutlak Muvazaa
Tarafların gerçekte herhangi bir işlem yapmayı düşünmedikleri ve istemedikleri halde sırf üçüncü kişileri aldatmak amacıyla, onlara karşı bir işlem yapmış gibi gözükmek için görünüşte bir işlem yapmaları halinde mutlak muvazaa söz konusu olur[1]. Bu muvazaa çeşidinde hukuki işlemin arkasına gizlenen başka bir işlem yoktur. Bu nedenle öğretide yalın, saf muvazaa olarak da adlandırılmaktadır.
Mutlak muvazaa üç unsurdan oluşur; görünüşteki işlem, muvazaa anlaşması ve aldatma kastı. Muvazaa anlaşması görünüşteki işlemin hiçbir hüküm doğurmayacağına ilişkindir[1].
Mutlak muvazaaya örnek olarak; kiracısını çıkarmak isteyen kiralayanın, kiralananı bir üçüncü kişiye devretmesi ve alacaklılarının icra takibinden korkan taşınmaz malikinin bu taşınmazını üçüncü bir kişiye devretmesi durumları gösterilebilir. Nitekim bu örneklerde tarafların asıl iradesi taşınmazların devrine yönelik olmayıp aldatma amacı ile üçüncü kişilere karşı görünüm yaratmaktır. Asıl irade birinci örnekte kiracının tahliyesi, ikinci örnekte ise icra takibinden kurtulmaktır.
NİSPİ (NİTELİKLİ ) MUVAZAA
Tarafların gerçek iradelerini yansıtan işlemlerini görünüşte yaptıkları bir işlemin arkasına gizlemeleri halinde nitelikli(vasıflı) muvazaa söz konusu olur. Yani burada tarafların yapmak istedikleri gerçek sözleşme görünüşteki işlemin arkasına gizlenmektedir. Muvazaanın bu çeşidinde muvazaa anlaşması görünüşteki sözleşmenin yerine başka bir sözleşmesinin geçirilmesine ilişkindir[1].
Bu muvazaa türünün en yaygın örneği muris muvazaasıdır. Nitekim muris muvazaasında mirasbırakan, gerçekte bağışlamak istediği taşınmazı satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile devretmektedir. Bu durumda gizli işlem olan bağış sözleşmesi, görünüşteki işlem olan satış sözleşmesinin arkasına gizlenmektedir. Nispi muvazaanın sözleşmede muvazaa, bedelde muvazaa ve tarafta muvazaa olmak üzere doktrinde kabul edilen üç çeşidi bulunmaktadır.
Tarafların gizli işlemi, görünüşteki işlemin niteliği ve içeriğini değiştirmek için yaptığı, sözleşmenin niteliği ile ilgili olan muvazaa çeşidine sözleşmede muvazaa denir. Örneğin bağışlama işleminin satış gibi gösterilmesi durumunda sözleşmenin niteliğinde muvazaa söz konusu olur.
Kısmi Muvazaada ise muvazaa sözleşmenin tamamında değil sadece bir hükmü ya da bazı hükümlerinde söz konusu olmaktadır. Örnek olarak şufa hakkının kullanılmasının engellenmesi amacıyla satış parasının tapuda fazla gösterilmesi verilebilir.
Sözleşmenin tarafında muvazaa; görünüşteki işlemde, tarafların gerçek iradesine uygun olan hukuki işlemden taraf olarak istifade eden kimsenin yerine başka birisinin ikame edilmesi halinde söz konusu olur[1].Burada gizli sözleşme görünüşteki işlemin tarafları arasında değil, görünüşteki işlemin bir tarafı ile imzalanmaktadır[2].
Muvazaa çeşitlerine ilişkin Yargıtay Kararlarından birkaçı şu şekildedir;
‘’Bilindiği gibi muvazaa iki türlü olabilir; taraflar herhangi bir hukuki işlemi yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; ya da taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onun saklamak amacıyla, bir başka işlemin kurulduğu görüşünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar… Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından ötürüdür. Şu halde, özellikle mevsuf ( nisbi ) muvazaada ilke olarak görünüşteki işlemin altına saklanan ve tarafların muhteva ve sonuçlarıyla birlikte gerçekleştirmek istedikleri işlem (gizli sözleşme) geçerlidir. Çünkü bu geçerlilik, yine tarafların gerçek ve uygun iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanır ve çünkü onun muvazaalı hukuki işlemin altına gizlenmiş olması, kural olarak geçerliğini etkilemez. Ancak muvazaada, gizli işlem şekle bağlıysa ve bu gizli işleme ilişkin irade açıklamaları şekle uygun olarak yapılmamışsa, görünüşteki işlem yapılırken yasaların öngördüğü şekle uyulmuş olması, gizli işlemdeki şekle aykırılığı gidermez. Bu durumda, görünüşteki işlem tarafların gerçek iradelerini yansıtmamasından ötürü herhangi bir sonuç doğurmadığı gibi, gizli işlem dahi şekle aykırılıktan dolayı geçersizdir. Bu ilke, 7.10.1953 gün ve 8/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında çok açık bir şekilde dile getirilmiştir. Bu kararda açıklanan görüş, Türk doktrini tarafından da benimsenmiş ve uygulama, herhangi bir sapma göstermeksizin bugüne deyin devam ede gelmiştir[1].’’
‘’Önalım davalarında bedel, satıcı ile alıcı arasında yapılan satım sözleşmesinde kararlaştırılan satış bedeli ile bu satış sebebiyle alıcı tarafından tapuda ödenen harç ve masraflar tutarından ibarettir. Ancak dava açan paydaş satış sözleşmesinin tarafı olmadığından bedelde muvazaa yapıldığı iddiasında bulunabilir. Davacı, bu iddiasını ibraz edeceği her türlü delille kanıtlayabilir[2].’’
MUVAZAANIN HÜKÜM VE SONUÇLARI,
Görünüşteki İşlem Bakımından Sonuçları
Muvazaalı olarak yapılan görünüşteki işlemin akıbetinin ne olacağı Türk Borçlar Kanunu’nda açıkça düzenlenmemiş olup bu hususla ilgili doktrinde çeşitli görüşler mevcuttur. Doktrinde kimi yazarlar görünüşteki işlemin tarafların gerçek ve ortak iradelerine uygun olmadığından geçersiz olduğunu[1] ileri sürerlerken kimi yazarlar da muvazaada yokluk halinin mevcut olduğu görüşündedirler[2]. Görünüşteki işlemin geçersizliğini savunan yazarların gerekçesi TBK’nın 19. Maddesinin 1. Fıkrasında’’ Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır.’’ şeklinde yer alan hükümdür. Yokluk görüşünü savunan yazarların gerekçesi de ‘’tarafların açıkladığı bir iradenin mevcut olmadığı ve bu sebeple bir sözleşme kurulmuş sayılamayacağıdır[3].’’ Muvazaanın hükmü açısından bir başka görüş ise muvazaada klasik anlamda bir hükümsüzlük olmayacağı şeklindedir[4]. Bu görüşü savunanlar ise bunun özel bir hükümsüzlük türü olduğunu ve ancaktaraflar ve ilgili üçüncü kişilerce ileri sürülebileceğini; fakat hakim tarafından dikkate alınmayacağını belirtmektedirler[1]. Yargıtay aşağıda yer verdiğimiz kararlarından da anlaşılacağı üzere muvazaalı olarak yapılan görünürdeki işlemin geçersizliğinin butlan olduğu görüşündedir.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 2013/7586 esas, 2013/10272 karar, 19.06.2013 tarihli kararı ‘’ Her ne kadar, muvazaayı düzenleyen 6098 sayılı TBK’ nın 19. (818 sayılı BK.nın 18.) maddesinde ve öteki kanun hükümlerinde muvazaalı sözleşmelerin hüküm ve sonuçları hakkında bir açıklık bulunmamakta ise de; taraflar arasında alacak ve borç ilişkisi doğurmayacağı, muvazaanın varlığının hiçbir süreye bağlı olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği, mahkemece kendiliğinden (resen) göz önünde bulundurulması gerektiği, belirli bir sürenin geçmesi, sebebin ortadan kalkması veya ilgililerin olur (icazet) vermesi ile geçerli hale gelmeyeceği, uygulamada ve bilimsel görüşlerde ortaklaşa kabul edilmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki, muvazaa nedeniyle geçersiz sözleşmeye dayanılarak bir taşınmazın tapuda temliki yapılmışsa bu tescil yolsuz bir tescil hükmündedir. Tapuda yapılan temlik ve tesciller illi işlemler olduğundan tapunun dayanağı sözleşme geçersiz ise tapu kaydının da Medeni Kanunun 1025. maddesine göre iptali gerekir. Ayrıca muvazaalı sözleşmeler yapıldığı andan itibaren taraflar arasında hüküm ve sonuç doğurmayacağından açılan dava sonunda verilen karar, yenilik doğurucu (inşai) bir hüküm değil, açıklayıcı (ihdasi) bir hüküm durumundadır.’’ şeklindedir.
Yargıtay’ın kabul ettiği ve doktrinde kabul gören yaygın görüşe göre ‘’muvazaalı hukuki işlem geçersiz olduğundan ve geçersizlik baştan itibaren sözleşmenin geçersiz sayılması şeklinde olduğundan, taraflar arasında herhangi bir alacak veya borç doğurmaz[2].’’Bu nedenle sözleşmenin iptali yerine geçersiz olduğunun tespiti yönünde hüküm kurmak daha doğrudur[3]. Keza yukarıda yer verdiğimiz Yargıtay kararında da dava sonucu verilen iptal kararlarının yenilik doğuran bir karar olmayıp açıklayıcı nitelikte bir karar olduğu belirtilmiştir.
Muvazaa iddiası bir def’i değil itirazdır. Bu nedenle muvazaanın ileri sürülmesi zamanaşımı veya hak düşürücü süreye bağlı değildir[1].Muvazaa taraflarca yargılamanın her aşamasında ileri sürülebilir[2]. Hakim de muvazaayı re’sen göz önünde tutmalıdır. Ayrıca Yargıtay[3] kararında da belirtildiği üzere belirli bir zamanın geçmesi, muvazaa sebebinin ortadan kalkması veya tarafların icazet vermesi ile muvazaalı sözleşme geçerli hale gelmez.
Gizli İşlem Bakımından Sonuçları
Görünüşteki işlemin arkasına gizlenen gizli işlem, ‘’Kural olarak tarafların iradelerini yansıttığı için geçerli bir sözleşmedir[4].’’ Ancak bu gizli işlem şekle tabi bir işlem ise geçerliliği bu şekil şartlarına uygun yapılmış olmasına bağlıdır. Gizli sözleşme aynı zamanda hukuka ve ahlaka aykırı olmamalı ve konusu da imkansız olmamalıdır[5].
Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin bu konudaki kararı da şu şekildedir ‘’ …muvazaaya dayalı davalarda, murisin dava konusu işlemi muvazaa amacıyla yaptığı ispatlanabilirse bu hukuki işlem veya sözleşme tarafların gerçek iradelerini aksettirmedikleri için geçersiz olup, taraflar arasında hiçbir sonuç doğurmazlar. Ne var ki, taraflar arasındaki üzeri muvazaa ile örtülü alt-gizli sözleşme ilke olarak ve özü itibariyle geçerlidir. Zira, onun muvazaalı bir sözleşme altına gizlenmiş olması geçerliliğine zarar veremez. Aksi halde, Borçlar Kanunu’muz da yer alan sözleşme serbestisi ana ilkesi bertaraf edilmiş olur. Gizli sözleşmenin geçersiz olması, ancak onun hukuka, ahlaka aykırı olması veya yerine getirilmesi imkansız olması ve nihayet gizli sözleşmenin oluşumu bir şekle bağlanmış ise, o şekle uyulmamış olması hallerine münhasırdır[6].’’
Üçüncü Kişilere Karşı Muvazaanın Hüküm ve Sonuçları
Taşınmaz mülkiyetinin devri amacı güden görünüşteki sözleşmenin muvazaalı olduğu savı, taraflar ve hukuki yararları bulunan üçüncü kişiler tarafından ileri sürülebilir[1].Ancak bazı durumlarda işlemin muvazaalı olduğu iddiası üçüncü kişilere karşı ileri sürülemez. Bu istisnai haller şunlardır;
Dürüstlük Kuralına Aykırı Haller ve Hakkın Kötüye Kullanılması Kapsamındaki Haller
Muvazaanın üçüncü kişilere karşı öne sürülmesi MK m. 2/II uyarınca hakkın kötüye kullanılmasını teşkil ediyorsa, muvazaa iddiası dinlenmez[2]. TMK’ nın 2.maddesi dürüstlük kuralını düzenlemekte ve bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeninin korumayacağını belirtmektedir.
Yargıtay’ın şekle aykırı olarak yapılan işlemlerden doğan edimlerin ifasından sonra şekle aykırılığı dile getirmenin hakkın kötüye kullanılması kapsamında kaldığını belirttiği birçok kararı vardır. Bunlardan bir tanesi şu şekildedir; ’’… Bir akdin taraflarından birinin o akdin ifa olacağı hususunda o güne kadar süregelen davranışları ile karşı tarafa tam bir güvence vermiş ve karşı taraf da akdin yerine getirileceği inancına iyi niyetle bağlanarak kendisine düşen edimlerini yerine getirmiş ise artık şekil yönünden geçersizliğini ileri sürmesi hakkın kötüye kullanılması niteliği taşır ve bu savunma kanuni himayeden yoksun kalır…’’(Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 1980/4090 Esas, 1980/6191 Karar sayılı, 06.05.1980 tarihli kararı)
İyi Niyetli 3. Kişilere Yapılan Devirler
Kural olarak Roma Hukukunun ‘’Kimse sahip olduğundan daha fazla hakkı devredemez’’ ilkesi gereği, bir ayni hakkı bir başka şahsa devreden kişinin gerçekte o ayni hak üzerinde bir tasarruf yetkisi yoksa o işlem geçersiz bir işlem olup devralana bir hak sağlamaz[3].Ancak, sicildeki tescil ayni haklara karine oluşturduğundan yolsuz tescile dayanan iyi niyetli üçüncü kişilerin
ayni hak iktisabı korunur[1]. Tapuya güven ilkesi denilen bu ilke TMK’nın 1023. maddesinde ‘’ Tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur‟ şeklinde düzenlenmiştir.
Buna göre muvazaalı sözleşmeye dayanarak tapu sicilinde taşınmazın maliki olarak gözüken kimsenin taşınmazı iyiniyetli üçüncü bir kişiye devretmesi durumunda sözü edilen iktisap TMK m. 1023 kapsamında korunur[2]. Önceki malik, muvazaayı bilmeyen veya bilmesi gerekmeyen üçüncü kişinin taşınmazı iktisabı ile mülkiyet hakkını kaybedeceği için muvazaa savını yeni malike karşı ileri süremeyecektir[3].
Yazılı Borç Tanımasına Güvenerek Alacağı Kazanmış Olan Üçüncü Kişiye Karşı Muvazaa Savı İleri Sürülemez
Üçüncü kişilere karşı muvazaa savının ileri sürülemeyeceği hallerden biri TBK’nın 19. maddesinin ikinci fıkrasında açıkça düzenlenmiştir. Bu düzenleme ‘’ Borçlu, yazılı bir borç tanımasına güvenerek alacağı kazanmış olan üçüncü kişiye karşı, bu işlemin muvazaalı olduğu savunmasında bulunamaz’’ şeklindedir. Örneğin bir kimse, bir başkasının sadece iş hayatında itibar sağlamak amacıyla hatır sendeni düzenlerse, bu husus taraflar arasında ileri sürülebilmekle birlikte bu senedi devralan iyiniyetli üçüncü kişiye karşı muvazaa iddiası ileri sürülemeyecektir[4].
MUVAZAA KAVRAMININ BENZER KAVRAMLAR İLE KARŞILAŞTIRILMASI
Muris muvazaası konusuna geçmeden önce son olarak da muvazaa ile karıştırılan birtakım kavramlar açıklanacaktır.
İnançlı İşlem- Muvazaa
İnançlı işlemde malik (inanan), çeşitli nedenlerden dolayı taşınmaz mülkiyetini inandığı kimseye (inanılana) belirli bir amaç içerisinde kullanılmak üzere ciddi bir biçimde devretmeyi, buna karşılık inanılanda aralarındaki borç ilişkisine uygun bir biçimde taşınmaza belirli bir süre malik olduktan sonra tekrar inanana veya aralarında kararlaştırdıkları üçüncü bir kişiye devretmeyi taahhüt etmektedir[1].İnançlı işlemde muvazaadan farklı olarak tarafların açıkladıkları iradeleri ile gerçek iradeleri birbirine uygundur ve üçüncü kişileri aldatma amacı yoktur. İnançlı işlemle taraflar arasında nisbi nitelikli bir borç ilişkisi doğar[2].
Öğretide azınlıkta kalan birtakım görüş inançlı işlemlerin tamamının muvazaalı işlemler olduğunu ileri sürmüştür. Ancak inançlı işlemin muvazaadan farklı olması, üçüncü kişileri aldatma gayesi ile yapılmaması dolayısıyla bu görüş öğretide eleştirilmiştir. Öğreti de tartışmalı olan bir diğer hususta inançlı işlemlerin hukuksal niteliği olmuştur. Bir görüşe göre inançlı işlemler, vekalet sözleşmesi veya vekalet benzeri bir ilişki niteliğinde olup vekalete ilişkin hükümlerin inançlı işlemlere uygulanması gerekir[3]. Diğer bir görüşe göre inançlı işlemler hukuksal niteliği itibariyle kendine özgü bir sözleşmedir. Bu nedenle vekalete ilişkin olan hükümler, inançlı işlemin bünyesine uygun düştüğü ölçüde uygulanmalıdır[4]. Yargıtay “Bu tür işlemler vekalet veya vekalet hükümlerinin uygulanacağı vekalet benzeri, kendisine özgü
yapısı olan bir sözleşme olarak nitelendirilebilir” şeklindeki görüşü benimsediğini belirtmiştir[1].
Aydın Tekdoğan, Muris Muvazaası Nedeniyle Açılan Tapu İptal ve Tescil Davaları isimli kitabında, 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararı uyarınca inanç sözleşmesinin ancak yazılı delil ile kanıtlanabileceğini belirtmiştir[2].
Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır[3].Açıklanan nitelikte bir belge olmasa da yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı tarafın elinden çıkmış yazılı delil başlangıcı niteliğinde bir belge var ise HMK‘nın 202. Maddesi uyarınca inanç sözleşmesi ‘’tanık’’ dahil her türlü delille ispat edilebilir[4].Yazılı delil veya yazılı delil başlangıcı yoksa inanç sözleşmesinin ikrar, yemin gibi kesin delillerle ispat edilmesi olanaklıdır[5].
İnanç sözleşmesine bir örnek vermek gerekirse, inananın aldığı krediye güvence olarak taşınmazını inanılana devrettiği, buna karşılık kredinin geri ödenmesi durumunda taşınmazın mülkiyetinin yeniden kendisine devredilmesini kararlaştırıldığı bir anlaşma[6] örnek gösterilebilir.
Namı Müstear- Muvazaa
Taşınmaz satımlarında özellik gösteren durumlardan biri olan namı müstearda; taraf olarak gözükmek istemeyen kimsenin ismi başka bir kimsenin ismi arkasında gizlenmekte; taşınmazı satan alan, taşınmazı kendi adına ancak gizlenen kişi hesabına satın almaktadır. Örneğin V,
işlerinin yürütülmesi için çok gereksinim duyduğu taşınmazı satın almaya yönelik iradesini, aralarındaki husumet nedeniyle S’ ye yöneltmekten çekinebilir. Bu nedenle M’ye vekalet yetkisi vermek suretiyle taşınmazı kendi hesabına S den satın almasını ve daha sonra kendisine devretmesini istemektedir[1].Görüldüğü üzere nam-ı müstear ilişkisinin doğabilmesi için üç kişiye gereksinim duyulmaktadır; taşınmazı satan, taşınmazı kendi adına ancak müvekkili hesabına alan kimse (vekil), taşınmazın hesabına alındığı ismi gizlenen üçüncü kişi (müvekkil)[2]. Nam-ı müstear olayın özelliğine göre bazen muvazaa, bazen inançlı işlem, bazen de dolaylı temsile ilişkin bir işlem olarak ortaya çıktığından, hukuksal niteliği de bu işlemlerle
birlikte değerlendirilerek ortaya konulmalıdır[3].
GENEL OLARAK MURİS MUVAZAASI
Muris muvazaası, mirasbırakan ile lehine tasarrufta bulunulan karşı tarafın mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla aralarında yaptıkları gizli anlaşmaya dayanan ve bu gizli anlaşmalarını görünüşte yaptıkları bir işlemin arkasına sakladıkları (bağış sözleşmesi genellikle görünüşteki satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesiyle gizlenmektedir) muvazaa türüdür[4]. Muris muvazaası, bünyesinde gizli işlem bulundurduğundan niteliği itibariyle nispi (tam) muvazaadır.
Muris muvazaası, kaynağını daha çok Yargıtay içtihatlarından ve bilimsel görüşlerden almakta ise de esas dayanağını, 01.04.1974 tarih ve 1974/1-2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı oluşturmaktadır[5]. Söz konusu Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı şu şekildedir;
“… Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi ve Hukuk Genel Kurulu arasındaki görüş ayrılığı, bir kimsenin mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla; tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz
malını, gerçekte bağışlamak istediği halde, Tapu Sicil Memuru önünde iradesini satış biçiminde açıkladığının gerçekleşmiş olması durumunda, saklı pay sahibi olan mirasçıların, tenkis ya da mirasta iade davası açmak haklarını kullanmayıp Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaa nedeniyle tapu kaydının iptalini isteyebilip isteyemeyecekleri ve saklı pay sahibi olmayan mirasçıların da aynı davayı açmak yetkisine sahip olup olmadıkları … konusundadır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun kararlarında; mirasçıyı miras hakkından yoksun etmek amacıyla miras bırakanın muvazaalı olarak yapmış olduğu tasarruf işlemlerinin iptalini dava etmek hakkı, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın tüm mirasçılara tanınmış ve tenkis ve mirasta iade ile ilgili hükümleri aslında geçerli tasarruflar için uygulanabileceği açıklanmıştır. Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi kararlarında ise böyle bir dava hakkı tanınmamış; sadece saklı pay sahiplerinin Medeni Kanunun 507. maddesinin 4. fıkrası gereğince tenkis davası açabilecekleri ve mirasbırakanın bu davranışının Medeni Kanunun 603. maddesinin 2. fıkrası gereğince o taşınmazı iade etmekten ayrık tuttuğu anlamına geldiği kabul edilmiştir. İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nda konu, sadece sevk edildiği olayla sınırlı olarak ele alınmıştır. Daha açık bir deyimle; tasarruf işleminin tapu sicilinden kayıtlı olan, taşınmaz malın, görünüşte satış ve gerçekte ise hibe biçiminde oluştuğu olayıyla sınırlandırılmıştır.
Muvazaa nedeniyle satış sözleşmesi geçersiz sayılsa bile gizli hibe akdi geçerli olacağından mirasçının Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine dayanarak açacağı davada yarar bulunmadığı ve bu nedenle bir sonuç doğurmayacağı düşüncesini de kabul etmek olanaksızdır. Gerçekten böyle bir davayı açacak kimsenin, davada yararının bulunması zorunludur. Ve ilke olarak da gizli akit geçerlidir. Ancak gizli akdin geçerli sayılabilmesi için tüm koşulların oluşmuş olması zorunludur. İçtihadı Birleştirmeye konu, tapuda kayıtlı bir taşınmaz malın muvazaalı olarak satışıdır. Böyle bir durumda gizli akdin geçerli sayılabilmesi için gizli akit, biçim koşuluna (şekil şartına) bağlı ise biçim koşulunun da gerçekleşmiş olmasında zorunluluk vardır. Aksi durumda hibe sözleşmesinin varlığından söz edilemez. Çünkü Tapu Memuru önünde açıklanan irade, bir ivaz karşılığı mülkiyetin aktarılması iradesidir ki, sadece bu iradeye resmiyet verilmiştir. Satışa ilişkin resmi işlemin gizli akdi de içine alacağı kabul edilemez.…
Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında Tapu Sicil Memuru önünde iradesini satış
doğrultusunda açıklanmış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılarının, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507. ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 1.4.1974 günlü ikinci toplantısında oyçokluğuyla karar verildi.”
MURİS MUVAZAASININ UNSURLARI
Görünüşteki İşlem
Muris muvazaasında bu işlem, mirasbırakanın mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla mirasçılarını kandırmak için yaptığı ve gerçek iradesini yansıtmayan sözleşmedir. Muvazaalı olan sözleşme görünüşteki bu sözleşmedir ve bu sözleşmenin muvazaalı olduğunun davayı açan mirasçı tarafından ispatlanması gerekir[1].Uygulamada en çok görülen örneği, mirasbırakanın gerçekte bağışladığı taşınmazı satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi şeklinde göstermesi şeklinde ortaya çıkar.
Görünüşteki işlemler, eğer bir tapulu taşınmazın devri niteliğinde ise tapuda devir; eğer tapusuz taşınmazlar ile taşınırların devri ise zilyetliğin devri; eğer borç ikrarı ise yazılı olarak yapılırlar[2]. Kanunun aradığı şekil şartlarına uygun olarak yapılsa bile tarafların gerçek iradelerine uygun olmadığından geçersizdirler[3].
Muvazaa Anlaşması
Mirasbırakanla karşı tarafın görünüşteki işlemi sadece mirasçıları aldatmak amacıyla yaptıklarına ve bu görünüşteki işlemin hiçbir hüküm ve sonuç doğurmayacağı hususunda yaptıkları anlaşamaya muvazaa anlaşması denir. Bu anlaşma herhangi bir şekil şartına bağlı
değildir ve mirasbırakan tarafından bizzat yapılabileceği gibi onun temsilcisi tarafından da yapılabilir[1]. Muvazaa anlaşması, görünüşteki işlem ile aynı anda yapılabileceği gibi, ondan önce de yapılabilir[2].
MİRASÇILARI ALDATMA KASTI
Muris muvazaasında, muvazaalı işlemin yapılmasına sebep olan durumdur. Nitekim mirasbırakan, mirasçılarından mal kaçırmak veyahut miras oranlarını azaltmak amacıyla muvazaalı işlemler yaparak mirasçıları aldatmaya çalışmaktadır.
Muris muvazaasının oluşumu için önemli olan ve onu diğer muvazaa türlerinden ayıran en önemli unsur aldatma kastının mirasçılara yönelik olmasıdır. Eğer burada aldatılmak istenen bir üçüncü kişi ise muris muvazaasından söz edilemeyecek, geniş anlamı itibariyle muvazaalı işlem söz konusu olacaktır.
Mirasbırakan sözleşmeyi mirasçılardan biri veya birkaçı ile yapmışsa diğer mirasçılarını, eğer üçüncü kişi ile yapmışsa tüm mirasçılarını aldatma kastının bulunduğu kabul edilir[3].
Muris muvazaasından bahsedebilmek için temlik tarihinde mirasbırakanın mutlaka bir mirasçısının bulunması ve iptal davasının açıldığı tarihte davacının mirasçı sıfatını taşıması gerekir.[4].
Bu doğrultuda muris muvazaası nedeniyle tapu iptal ve tescil isteminde bulunulabilmesi için davayı açan kişinin, temlikin gerçekleştiği sırada mirasbırakanın mirasçısı olması şart değildir. Kişi daha sonra mirasçı olsa bile kendisinin mirasçı olmasından önce mirasbırakan tarafından gerçekleştirilen temliklerin muris muvazaası nedeniyle iptalini isteyebilir[5].Bu doğrultuda
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bir kararında[1] şu hususu vurgulamıştır; ‘’Muvazaalı sözleşme yapıldığı sırada mal kaçırılmak, aldatılmak istenen bir mirasçının veya mirasçıların bulunması, aldatmak amacının (kastının) gerçekleşmesi için yeterlidir. Bu durumda miras bırakanın ölüm tarihine göre mirasçı olan ve terekeden miras hakkı alması gereken mirasçının, kendisinin henüz mirasçılık sıfatını kazanmadığı tarihte yapılan muvazaalı işleme karşı durarak, muvazaanın tespiti için murisin ölümünden sonra dava açmakta hukuki yararının ve hakkının bulunduğu açıktır. Muvazaalı sözleşmenin yapıldığı tarihte mirasçı olmamasının muvazaa davası açma hakkına hiçbir etkisi yoktur. Esasen bir mirasçı muvazaa nedeniyle açtığı bir iptal ve tescil davası sonunda muris muvazaasının varlığını ispat edip o taşınmazın terekeye dönmesini sağladığı takdirde, muvazaalı sözleşme tarihinde mirasçı olmayıp da, miras bırakanın ölüm tarihinde mirasçılık sıfatını kazanan mirasçı o taşınmazdan pay aldığına göre, kendisine, muvazaalı sözleşme tarihinde mirasçı olmaması nedeniyle dava açma hakkı tanınmaması açık bir çelişki yaratacağı gibi, hukuk mantığına da uygun düşmez.’’(Hukuk Genel Kurulu Esas: 2020 / 625 Karar: 2021 / 158 Karar Tarihi: 25.02.2021)
Bu noktada tartışmalı olan hususlardan biri muvazaalı sözleşmenin yapıldığı tarihte, mirasbırakanın en az bir mirasçısının bulunması gerekip gerekmediği sorunudur. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi, 2017/1398 esas, 2018/103 karar, 23.01.2018 tarihli kararı‘’…Mirasbırakanın davalı ile 22.10.1976 tarihinde dava konusu edilen satış suretiyle temlikleri gerçekleştirmiş, 1984 yılında davacıyı evlat edinmiş, 22.04.2011 tarihinde mirasbırakanın mutlaka bir mirasçısının bulunması ve iptal davasının açıldığı tarihte de davacının mirasçı sıfatını taşıması şarttır… Davacı murisin 1984 tarihindeki evlatlık işlemi ile mirasçı konumunda olup, mirasbırakanın başkaca mirasçılarının bulunmadığı veraset belgesinden anlaşılmaktadır. Bu durumda evlatlık işleminden önce yapılan temlik işlemi sırasında murisin bir mirasçısının bulunmadığı açık olup, murisin mirasçılarından mal kaçırma kastı ile hareket ettiği ileri sürülemez…’’ şeklindedir.
Gizli Sözleşme
Mirasbırakan ile karşı tarafın gerçek iradelerine uygun olan görünüşteki işlemin arkasında gizlenen, hüküm ve sonuç doğurması istenen sözleşme gizli sözleşmedir.
Gizli sözleşme tarafların gerçek iradelerine uygun olduğu için kural olarak geçerlidir yeterki şekil şartlarına uygun yapılmış olsun. Burada şu ayrıma gitmek gerekir; taşınır mallar ve tapusuz taşınmazların devri herhangi bir şekle bağlı olmadığından gizli işlem geçerli olmakla birlikte tapulu taşınmazların devrine ilişkin sözleşmelerin geçerliliği resmi şekilde yapılmalarına bağlıdır. Aksi halde gizli sözleşme şekil noksanlığı nedeniyle geçersiz olacaktır.
MİRASBIRAKANIN PAYLAŞTIRMA AMAÇLI İRADESİ
Muris muvazaasının oluşabilmesi için gerekli olan unsurlardan biri yukarıda da bahsettiğimiz üzere mirasbırakanın mirasçılarından mal kaçırma kastıdır. Eğer mirasbırakan sağlığında mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla değil de paylaştırma amacı ile muvazaalı devirler meydana getirdiyse burada muris muvazaasından söz edilemeyecektir.
Nitekim Yargıtay birçok kararında mirasbırakanın hayattayken mirasçıları da kapsayan bir paylaştırma yapması durumunda mal kaçırma kastından söz edilemeyeceğini vurgulamıştır.[1].
Gerçekten mirasbırakanın muvazaalı devirdeki amacı mirasçılardan biri lehine ve diğerleri aleyhine mal kaçırmak olmayıp sağlığında bir paylaştırma yapmak ise bu durumda salt şekle aykırılık sebebiyle tapu sicilinin düzeltilmesi yoluna gidilmemesi gerekir[2].Bu sonuç esasın şekle feda edilmemesi gerektiği prensibine de uygundur[3].Bu nedenle mirasbırakanın gerçek iradesinin tespiti önem taşımaktadır.
MURİS MUVAZAASINA DAYALI TAPU İPTAL DAVASI
Bu bölümde muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davasının tarafları, süresi, ispatı, görevli ve yetkili mahkeme konuları anlatılacaktır.
DAVANIN TARAFLARI
DAVACI
Muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davasını saklı paylı olsun veya olmasın dava açmakta hukuki yararı bulunan, bir başka ifadeyle miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar açabilir[1].
Bir mirasçının muvazaa nedeniyle tapu iptali davası açabilmesi için mirasbırakanın mal kaçırma kastının o mirasçıya yönelmesi gerekmez[2].Hatta dava açan mirasçının muvazaalı temlik tarihinde mirasbırakanın mirasçısı olması da gerekmez.
Konuya ilişkin Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2011/4-359 E., 2011/505 K. 08.06.2011 tarihli kararı‘’… aldatılan mirasçının temlik tarihinde mirasçı olup olmamasının herhangi bir önemi yoktur. Temlik tarihinde, miras bırakanın aldatma amacı güttüğü bir mirasçının bulunması ve iptal davasının açıldığı tarihte de mirasçı sıfatı taşıması yeterlidir…’’ şeklindedir.
Dava açma hakkı halefiyetten değil, bizzat mirasçının kendisine ait haktan doğmaktadır[3]. Bu nedenle her bir mirasçı diğerlerinden bağımsız olarak tek başlarına miras payı oranında dava açıp payları kadar tapu kaydının iptali ile tescili isteyebilirler[4].
Davacı miras payı oranında tapu iptali ve tescilini istemek yerine taşınmazın terekeye dönüşünü istemişse yani dava tereke adına açılmışsa, bu durumda iştirak halinde mülkiyet kuralları gereği davada yer almayan mirasçıların olurlarının alınması veya TMK’nın 640. Maddesi uyarınca atanacak tereke temsilcisi aracılığı ile yargılamanın sürdürülmesi gerekir[5].
Muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davası yukarıda da belirttiğimiz üzere menfaati zedelenen mirasçılar tarafından açılabilir. Davayı açacak mirasçı, yasal mirasçı olabileceği gibi iradi mirasçıda olabilir. Ancak burada şu hususa dikkat etmek gerekir; gerek mirasçı atama ve gerekse belirli mal bırakma mirasbırakanın vasiyet ile gerçekleştirdiği işlemlerdir[1]. Miras sözleşmesi şeklinde yapılmamışsa yapılan vasiyet tek taraflı bir hukuki işlem olduğundan vasiyetçi tek taraflı iradesi ile vasiyetnameden dönebilir. Bu nedenlerle mirasçı atanan veya kendisine belirli mal bırakan kişinin muvazaa nedeniyle dava açamayacağına ilişkin görüş doktrinde mevcut olup ağırlıklı görüş de bu şekildedir[2].
Yine mirasbırakanı bir muvazaa işlemi yapmış olmasına rağmen mirasçısı muvazaa nedeniyle tapu iptali ile tescil davası açmadan ölür ve bu dava hakkından açıkça vazgeçmezse, mirasçıları da kendi mirasbırakanın haklarına dayanarak muvazaalı işlemin iptali için dava yoluna başvurabilir[3].
Yargıtay bu hususu bir kararında ‘’ ; bir önceki miras bırakanın (kök miras bırakanın) yaptığı muvazaalı temlik hakkında mirasçılardan biri (ara miras bırakan) dava açmasa bile, ölümü ile onun mirasçılarının dava açmak hakları mevcuttur. Zira yukarıda da değinilen ilkeler gereğince icazetle veya belirli bir süre geçtiği halde dava açılmaması ile muvazaalı sözleşme geçerli hale gelmez. Kaldı ki Türk Medeni Kanununun 528. maddesi uyarınca düzenlenmiş mirastan feragate dair bir belgenin varlığından da söz edilmemiştir. Davacıların mirasbırakanı Mustafa sağlığında dava açmasa dahi dava hakkından vazgeçmiş sayılamayacağından, onun hakkı halefiyet kuralı ile mirasçısına geçer, mirasçıda miras hakkına engel olan kök miras bırakan tarafından yapılan muvazaalı sözleşmenin geçersizliğini ve bu sözleşmeye dayanan tapunun iptalini isteyebilir[4]’’şeklinde vurgulamıştır.
Mirası reddeden, miras hakkından feragat eden ve mirastan çıkarılan kişiler ise bu davayı açma hakkına haiz değillerdir. Aynı zamanda hazinenin de son mirasçı olarak bu davayı açamayacağına ilişkin Yargıtay Kararları mevcuttur.
‘’… Her ne kadar 4721 sayılı TMK’nın 501. Maddesi hükmü uyarınca, mirasçı bırakmadan ölen kişinin mirası, son mirasçı sıfatıyla Hazineye intikal ederse de, Hazinenin muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak açmış olduğu davada, 1.4.194 tarih, 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulama yeri bulunmadığından davanın reddine karar verilmiş olması doğru olduğu…’’ [1]
DAVALI
Muris muvazaasında dayalı tapu iptali ile tescil talepli davalar sicilde hak sahibi görünen kişiye, bu kişi ölü ise külli halefleri olan mirasçılarına karşı açılır. Bu kimse gerçek veya tüzel kişi olabilir. Bu kişi mirasçı olabileceği gibi mirasbırakandan devralan üçüncü kişi de olabilir[2].
Son kayıt malikine devreden ara maliklerin dava yer almaları zorunluluğu yoktur[3].Bunların yanı sıra muris muvazaasında işlemin tarafı olmayan ancak bu işlemin muvazaalı olduğunu bilerek işbirliği içinde kötü niyetle taşınmazı temellük eden üçüncü kişiye karşı da açabilir[4].
Elbirliği halinde mülkiyette zorunlu dava arkadaşlığı nedeniyle dava tüm ortaklar aleyhine açılmak zorundadır[5]. Paylı mülkiyette ise, paydaşın payına ilişkin tapu iptali davası yalnız o paydaşa karşı açılabilir çünkü paylı mülkiyette paydaşlar arasında ihtiyari dava arkadaşlığı söz konusudur[6].
Davanın açılmasından sonra davalı taraf, dava konusunu üçüncü bir kişiye devrederse davacıya HMK’nın 125. Maddesi gereği bir şeçim hakkı tanınır. Bu şeçimlik haklar şu şekildedir;
-Davacı isterse devreden tarafla olan davasından vazgeçerek, dava konusunu devralmış olan kişiye karşı davaya devam eder. Bu takdirde davacı, davayı kazanırsa dava konusunu devreden ve devralan yargılama giderlerinden müteselsilen sorumlu olur.
-Seçimlik haklardan ikincisinde ise davacı isterse davasını, devreden taraf hakkında tazminat davasına dönüştürür.Konuya ilişkin Yargıtay kararı şu şekildir[1]; ‘’… Dosyadaki mevcut kayıtlar incelendiğinde, mahkemece kabul kararı kapsamına alınan taşınmazlardan 273 ada 2 ve 280 ada 22 numaralı parsellerin dava açıldıktan sonra 28.05.2009 ve 29.05.2009 tarihlerinde davalı tarafından dava dışı üçüncü kişilere satıldığı anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun(HMK) 125/1. maddesi ” Davanın açılmasından sonra, davalı taraf, dava konusunu üçüncü bir kişiye devrederse, davacı aşağıdaki yetkilerden birini kullanabilir.
a)İsterse, devreden tarafla olan davasından vazgeçerek, dava konusunu devralmış olan kişiye karşı davaya devam eder. Bu takdirde davacı davayı kazanırsa, dava konusunu devreden ve devralan yargılama giderlerinden müteselsilsen sorumlu olur.
b) İsterse, davasını devreden taraf hakkında tazminat davasına dönüştürür.” hükmünü içermektedir.
Anılan düzenleme, kendiliğinden (re ‘sen) gözetilmesi zorunlu bir usul kuralı olup, mahkemece davacı tarafa seçimlik hakkı hatırlatılarak davayı ne şekilde sürdüreceği sorulmalı ve ona göre işlem yapılmalıdır. Hal böyle olunca, 6100 saylı HMK’nın 125/1. maddesi gözetilerek gerekli usulü işlemlerin yerine getirilmesi, ondan sonra işin esası hakkında karar verilebilmesi için hüküm bozulmalıdır.’’
SÜRE
Muvazaa iddiasına dayanan iptal davasında zamanaşımı ve hak düşürücü süre yoktur.
- 3402 Sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. Maddesinde Düzenlenen Hak Düşürücü Sürenin Uygulanması
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. Maddesinde düzenlenen tespit öncesi muris muvazaası iddiası ile açılan iptal davarında 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması sorununa gelince; tespit tarihinden önce murisin tapuda adına kayıtlı taşınmazları devretmiş ve bu işlemleri muvazaalı olduğu iddia ediliyorsa, 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması murisin kadastro tespitinden önce ölüp ölmediğine göre değişmektedir[1].
Muris kadastro tespitinden sonra ölmüşse, hak düşürücü süre uygulanmayacaktır. Eğer davacıların tapulama öncesi dayanacakları bir hakları doğmuşsa ve muris tespit tarihinden önce ölmüşse bu durumda hak düşürücü süre uygulanacaktır[2].
İSPAT
Muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davalarında ispat yükü davacı tarafa aittir. İspat edilmesi gereken husus taşınmazı devreden mirasbırakanın asıl amacının mirasçılardan mal kaçırmak olduğudur.
YETKİLİ MAHKEME
HMK’nın 12. Maddesi şu şekilde’’ (1)Taşınmaz üzerindeki ayni hakka ilişkin veya ayni hak sahipliğinde değişikliğe yol açabilecek davalar ile taşınmazın zilyetliğine yahut alıkoyma hakkına ilişkin davalarda, taşınmazın bulunduğu yer mahkemesi kesin yetkilidir.
(2) İrtifak haklarına ilişkin davalar, üzerinde irtifak hakkı kurulan taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde açılır.
(3) Bu davalar, birden fazla taşınmaza ilişkinse, taşınmazlardan birinin bulunduğu yerde, diğerleri hakkında da açılabilir.’’ düzenlenmiştir.
Bu nedenle muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davalarında yetkili mahkeme taşınmazın bulunduğu yer mahkemesidir. Ancak muris muvazaası nedeniyle tescil değil de tazminat talep edilmişse kesin yetki kuralının uygulanmayacağı genel yetki kuralları çerçevesinde yetki hususunun çözüleceği unutulmamalıdır[1].
GÖREVLİ MAHKEME
HMK’nın 2. Maddesinin 1. Fıkrası ‘’ Dava konusunun değer ve miktarına bakılmaksızın malvarlığı haklarına ilişkin davalarla, şahıs varlığına ilişkin davalarda görevli mahkeme, aksine bir düzenleme bulunmadıkça Asliye hukuk mahkemesidir. ’şeklinde düzenlenmiştir. Bu hüküm uyarınca muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davalarında görevli mahkeme Asliye Hukuk Mahkemesidir.
MURİS MUVAZAASI VE EHLİYETSİZLİK İDDİALARI İLE
AÇILAN TAPU İPTAL VE TESCİL DAVASI
Ehliyetsizlik ve muris muvazaası nedenlerine dayalı tapu iptal ve tescili davası açılmışsa öncelikle ehliyetsizlik iddiasının araştırılması gerekir. Nitekim yapılan yargılamada mirasbırakanın işlem tarihinde ehliyetsiz olduğu tespit edilirse dava bu hukuki nedene göre karara bağlanacak artık muris muvazaasının varlığı veya yokluğu gündeme gelmeyecektir.
Ehliyetsizliğin tespiti halinde isteğin miras payı kadar olup olmadığı önemli hale gelecektir. Çünkü ehliyetsizlik nedenine dayalı yolsuz tescil davalarında mirasçıların bir arada hareket etmesi zorunlu olduğundan miras payı oranında istemde bulunulması halinde davanın usulden reddi gerekecektir[1].
Nitekim Yargıtay birçok kararında[2], terekeye karşı yapılan mülkiyetten kaynaklanan haksız fiil niteliğindeki muris muvazaası ve el atmanın önlenmesi davaları dışında, ehliyetsizlik, vekalet görevinin kötüye kullanılması, hata, hile, gabin vs. gibi davalarda terekeyi temsil eden tüm mirasçıların bir arada hareket etmesi gerektiğini, davayı birlikte açmaları, ayrıca mirasçılardan birisinin terekeye iade şeklinde dava açması halinde de tüm mirasçıların davada muvafakatlerinin sağlanması gerektiğini vurgulamıştır.
MURİS MUVAZAASINA DAYALI İPTAL DAVASI AÇILMIŞ ANCAK TESCİL İSTENİLMEMİŞSE
Bu durumda davacıya tescil davası açması için süre verilecek ve süre içerisinde dava açılırsa her iki dava birleştirilerek karara bağlanacaktır.
TAZMİNAT İSTEMİ İLE BİRLİKTE KADEMELİ AÇILABİLME ÖZELLİĞİ
Muris muvazaasına dayalı olarak açılacak tapu iptal ve tescil davasında davacı, taşınmazın dava dışı üçüncü kişilere devredilmesi halinde dava sonuçsuz kalacağı için tazminat da isteyebilir[3]. Bu halde davacı tazminat istemini tapu iptal ve tescil davasının içerisinde terditli olarak ister. Mahkeme ilk talep olan tapu iptali ve tecil talebini kabul ederse tazminata hükmetmez ancak mahkeme asıl istek olan tapu iptali ve tescil talebini redderse bu durumda mahkeme tazminat talebi hakkında bir karar verecektir.
Tazminat istemli davada dava değeri, taşınmazın dava tarihindeki değerinden davacının miras payına düşen kısımdır[1].
TENKİS DAVASI İLE BİRLİKTE AÇILABİLME ÖZELLİĞİ
Mirasbırakanın yaptığı işlemden zarar gören saklı paylı mirasçılar tenkis davası ile muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davasını terditli olarak birlikte açabilecekleri gibi ayrı ayrı da bu davaları açabilirler.
Ancak unutulmamalıdır ki muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davası miras hakkı zarar gören tüm mirasçılar açabilirken tenkis davasını sadece saklı paylı mirasçılar ve şartları oluşmuşsa saklı paylı mirasçılardan alacaklı iflas idaresi veya alacaklıları açabilir.
Tenkis davası ile muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davası ayrı ayrı açılmış ise tenkis davasında muris muvazaasına bağlı tapu iptal ve tescil davasının sonucu beklenilmelidir. Nitekim muris muvazaasına bağlı iptal davası tenkis davasına göre daha geniş kapsamlı olduğundan davanın sonucu tenkis davasını da etkileyecektir.
Muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davası sonucunda davacının haklı çıkması halinde mirasçıya miras payından kaynaklanan tüm miras hakkı iade edilecek, tenkis davasında davacının haklı bulunması halinde ise saklı payın nakit olarak veya seçimlik hakkın kullanılmasına göre ayni olarak karşılanması şeklinde hüküm kurulacaktır.[2]
SONUÇ
Muris muvazaası, mirasbırakanın mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla gerçek iradesini görünürdeki bir işlemin arkasına gizleyerek yaptığı muvazaalı işlemlerdir. Karşımıza daha çok mirasbırakanın gerçekte bağışladığı taşınmazı satmış gibi göstermesiyle ortaya çıkar.
Tazminat istemli davada dava değeri, taşınmazın dava tarihindeki değerinden davacının miras payına düşen kısımdır[1].
TENKİS DAVASI İLE BİRLİKTE AÇILABİLME ÖZELLİĞİ
Mirasbırakanın yaptığı işlemden zarar gören saklı paylı mirasçılar tenkis davası ile muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davasını terditli olarak birlikte açabilecekleri gibi ayrı ayrı da bu davaları açabilirler.
Ancak unutulmamalıdır ki muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davası miras hakkı zarar gören tüm mirasçılar açabilirken tenkis davasını sadece saklı paylı mirasçılar ve şartları oluşmuşsa saklı paylı mirasçılardan alacaklı iflas idaresi veya alacaklıları açabilir.
Tenkis davası ile muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davası ayrı ayrı açılmış ise tenkis davasında muris muvazaasına bağlı tapu iptal ve tescil davasının sonucu beklenilmelidir. Nitekim muris muvazaasına bağlı iptal davası tenkis davasına göre daha geniş kapsamlı olduğundan davanın sonucu tenkis davasını da etkileyecektir.
Muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davası sonucunda davacının haklı çıkması halinde mirasçıya miras payından kaynaklanan tüm miras hakkı iade edilecek, tenkis davasında davacının haklı bulunması halinde ise saklı payın nakit olarak veya seçimlik hakkın kullanılmasına göre ayni olarak karşılanması şeklinde hüküm kurulacaktır.[2]
SONUÇ
Muris muvazaası, mirasbırakanın mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla gerçek iradesini görünürdeki bir işlemin arkasına gizleyerek yaptığı muvazaalı işlemlerdir. Karşımıza daha çok mirasbırakanın gerçekte bağışladığı taşınmazı satmış gibi göstermesiyle ortaya çıkar.
Muris muvazaasından söz edebilmemiz için mirasbırakanın mirasçılarından mal kaçırma kastının bulunması gerekir. Nitekim Yargıtay mirasbırakanın iradesinin tespitine çok önemli sonuçlar bağlamıştır. Örneğin mirasbırakanın gerçek iradesi mirasçılarından mal kaçırmak olmayıp malvarlığını paylaştırmak ise bu halde muris muvazaasından söz edilemeyecektir.
Muris muvazaası ile ilgili bir diğer önemli mesele, davayı açan mirasçının muvazaalı işlemin yapıldığı tarihte mirasbırakanın mirasçısı olması gerekip gerekmediğidir. Yukarıda da detaylı olarak açıklandığı üzere davayı açan mirasçının muvazaalı işlemin yapıldığı tarihte mirasbırakanın mirasçısı olması gerekmez ancak muvazaalı işlemin yapıldığı tarihte mirasbırakanın en az bir mirasçısının bulunması gerekir. Nitekim az önce de belirttiğimiz üzere muris muvazaasından söz edebilmemiz için mirasbırakananın mirasçılarından mal kaçırma kastı ile hareket etmesi gerekir.
Muris muvazaasına dayalı tapu iptal ve tescil davası saklı paylı olsun veya olmasın dava açmakta hukuki yararı bulunan, bir başka ifadeyle miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar tarafından açılabilir.
Uygulamada karşımıza en çok çıkan hususlardan biri olan muris muvazaası ile ilgili mevzuatta çok fazla hüküm bulunmamaktadır. Bu nedenle muris muvazaası daha çok Yargıtay İçtihatları ve öğreti de yer alan görüşler ile şekillenmiş bir kavramdır. Bu çalışmada muris muvazaası, Yargıtay İçtihatları ve öğreti görüşleri doğrultusunda açıklanmaya çalışılmıştır.
KAYNAKÇA
Kitaplar
- Tekdoğan, Aydın. Muris Muvazaası Nedeniyle Açılan Tapu İptal ve Tescil Davaları
- Kocayusufoğlu/ Hatemi/ Serozan/ Arpacı. Borçlar Hukuku Genel Bölüm. İstanbul:Filiz Kitabevi,2010
- Esener, Turhan. Türk Hususi Hukukunda Muvazaalı Muameleler, İstanbul, 1956.
- Özkaya, Eraslan. İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları.Ankara: Seçkin Yayınları, 2003.
- Antalya, Gökhan. Borçlar Hukuku Genel Hükümler Cilt I, Legal Yayıncılık, Eylül 2016.
- İmre, Zahit / Erman, Hasan: Miras Hukuku, 12. Basım, İstanbul, Der Yayınları, 2016.
- Sungurbey, İsmet: Miras bırakanın Muvazaası Durumuna İlişkin Yargıtay’ın 1.4.74 Gün, 1/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı Değiştirilemez, Medeni Hukuk Sorunları, Cilt 6, İstanbul 1994.
- Özuğur, Alil İhsan. Tenkis Muvazaa Mirasta İade Davaları. Ankara: Adil Yayınevi,1999.
- Topuz, Murat. Yargıtay Kararları Işığında Muris Muvazaasının Varlığını Gösteren Emareler, İstanbul Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 15, Sayı 2, Prof. Dr. M. İlhan Ulusan’a Armağan (Özel Sayı), Cilt II, Temmuz 2016,
Makaleleler
- Çavuşoğlu, Erhan. Taşınmazlar Üzerinde Mülkiyet Devir Amacı Güden İşlemlerde Muvazaa. 2008
HAZIRLAYAN : Stajyer Av. Derin Özşeker
Web sitesi içerisindeki tüm makale ve içeriklerin telif hakkı Avukat Sevin Özşeker Karabudak’a aittir. Bu web sitesindeki makale ve içeriklerin izinsiz olarak başka sev sitelerinde paylaşılması ve kullanılması halinde hukuki ve cezai işlem yapılacaktır. Yazılar bilgi vermek amacı ile paylaşılmakta olup konu ile ilgili avukattan ofisinden danışmanlık alınması gerekmektedir. Her konu kendi içerisinde farklıdır.